Kâr oranındaki düşüş eğilimini bilimsel olarak ilk açıklayan Marks’tır. Ekonomi politikçiler de düşüş eğilimini görmüşler ama bunu araştırmaya hiç cesaret edememişlerdir. Çünkü ekonomi politiğin bütün kurgusu, sermaye düzeninin kalıcı olduğu kabulüne dayanır. Bu yüzden Ricardo’lar, sermayeyi uzun vadede çöküşe götüren düşüş eğilimi karşısında dehşete kapılmışlardır:

“Kâr oranındaki düşme, yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır ve bundan ötürü kapitalist üretim sürecinin gelişmesine bir tehdit olarak görünür. Kâr oranının düşmesi aşırı üretimi, spekülasyonu, krizleri ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür. Bundan ötürü, kapitalist üretim tarzına mutlak gözüyle bakan Ricardo gibi ekonomistler, kapitalist üretim tarzının bu noktada kendine bir engel yarattığını hissederler. … Ama kâr oranının düşmesi karşısında kapıldıkları dehşetin asıl nedeni, kapitalist üretimin kendi üretici güçlerini geliştirmekte… bir engelle karşılaştığını hissetmeleridir. Bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının sınırlılığını, tamamen tarihsel ve geçici olan karakterini açığa vurur.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 3, s. 241-242.)

Sermaye, üretici güçleri kırbaçlayarak, değişmez sermaye girdilerinin fiyatlarını düşürerek, ücretleri işgücü değerinin altına iterek, iş ve yaşam koşullarını kötüleştirerek, el değmedik alanları sermayeye açarak kâr oranının düşme eğilimine karşı durmaya çalışır. Kâr oranının düşme eğiliminin işleyişi de sermayeyi bütün bu yolları geçip tüketmeye zorlayarak teorik sınırına doğru sürükler. Sermayenin üretici güçleri mutlak anlamda artık hiç geliştiremeyeceği noktaya varması, sermayenin miadını doldurduğu teorik sınırdır.

Bilgi yoğun teknolojiler giderek daha çok canlı emeği üretim dışına çıkardığı için, yeni sermaye yatırımları eskisi kadar iş olanağı yaratamıyor. Yığınsal işsizlik kalıcılaşıyor, işçi sınıfının alım gücü düşüyor, dolayısıyla daha az tüketim malı satılıyor. Bu durumda, geçim araçları biçimindeki meta-sermayenin para-sermayeye dönüşmesi zorlaşıyor. Sermayenin devrevi hareketinde tıkanmalar yaşanıyor. Kapitalizm satamadığı mallar altında boğuluyor.

Üretimde canlı emek istihdamı azaldıkça, canlı emeğin yatırılan sermayeye oranla yarattığı artı-değer miktarı da azalmaktadır. Artı-değer miktarını düşüş döngüsüne sokan bilgi yoğun teknolojiler, böylece, artı-değer üretimini çöküşe götüren bir serüveni başlatmıştır.

Sermayenin artık anlamlı sayıda işçi istihdam edemeyecek noktaya gelmesi, sermayenin iç sınırıdır:

“Üretici güçlerde, emekçilerin mutlak sayısını düşürecek, yani tüm toplumun toplam üretimi daha kısa bir zaman aralığında gerçekleştirmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bölümünü işsiz bırakacağı için devrime yol açabilir. Bu, kapitalist üretimin özgül engelinin başka bir tezahürüdür ki, üretici güçlerin gelişmesi ve zenginlik yaratılması için kapitalist üretimin asla mutlak bir biçim olmadığını, fakat belli bir noktada bu gelişmeyle çatışacağını da gösterir. Bu çatışma, çalışan nüfusun kâh şu bölümünün kâh bu bölümünün eski istihdam tarzı altında işsiz kalmasından doğan periyodik krizlerde kısmen görünür. Kapitalist üretimin sınırı, emekçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak boş zaman kapitalist üretimi ilgilendirmez. Üretkenlikteki gelişme, kapitalist üretimi, sadece işçi sınıfının artı-emek zamanını artırdığı ölçüde ilgilendirir, yoksa maddi üretim için harcanan emek zamanını genel olarak azalttığı için değil.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 3, s. 263-264.)

Kâr oranının düşmesi sistem içinde telâfi edilemez hâle gelince, krizler devreye girer. Ansızın patlayan krizler, birikmiş değer kitlelerinin fazlasını silerek bozulan dengeyi bir süreliğine tekrar kurar. Krizler toplam sermayenin fazlasını iflâs ettirir. Böylece toplam sermaye, varlığını sürdürebileceği noktaya kadar zorla küçülür. Ama krizler git gide daha da derinleşerek tekrarlanır ve en sonunda sermayenin çökeceği teorik eşiğe varır.

İnsan doğanın öznel parçasıdır. İnsan, binlerce yıldır süregelen faaliyeti aracılığıyla doğayı gitgide kendi yapıtı haline getirmektedir. Ancak, insan faaliyeti giderek gayri insanileştiği için, bu faaliyetin dönüştürdüğü doğa da giderek gayri insanileşmektedir.

Doğada tüketilenin yeniden üremesi, kirletilenin temizlenmesi, doğa süreçlerinin iç ritimlerine bağlıdır. Doğanın kendini yenileme hızı, sermayenin giderek artan tahribatına yetişememektedir. Sermayenin tahakkümü, insanı ve doğayı geri döndürülemez bir küresel felâkete sürüklemektedir. İnsan ile doğa arasındaki mevcut alışverişin sürdürülemezliği, sermayenin dış sınırıdır.

İnsanın kendi faaliyetiyle yarattığı bugünkü cinnet hâli hem barbarlığa hem de değer ötesi topluma gidişi aynı anda içinde barındırmaktadır. Bu sarsak gidişat karşısında ya bütün dünya mülksüzleri birleşerek kendi faaliyetlerini kendi ellerine alırlar ya da insanlık mutlak bir çöküşe uğrar ve o zamana dek görülmedik müthiş bir yıkım gelir.

12 Haziran (https://www.facebook.com/yusuf.zamir.9)


sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.