“Önce hayaller ölür, sonra insanlar.” demiş Shakespeare. Benimse hayallerim de yüreğim de kanıyor.
6. sınıf öğrencisiyken büyüyünce ne olmak istediğimi soran Türkçe öğretmenim Gülhan Hanım’a hayrandım. Bana bir kitap hediye etmişti, şöyle yazıyordu içindeki bir şiirde:
…
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Çocukları, öğrencilerimi istiyorum.
Yalnız ve çileli hayatımın çiçeklerini,
Köy okullarında açan, gizli ve sessiz,
O bakımsız ama kokusu eşsiz çiçekleri.
…
İnanılamayacak kadar çok etkilenmiştim şiirden. Türkçe derslerini iple çekiyor, öğretmenimin tüm sözlerini dikkatle dinliyordum. Sorusuna da gururla ve başım dik cevap vermiştim: “Türkçe öğretmeni olacağım!”
Üniversite tercihlerimin tamamını Türkçe öğretmenliği bölümüne yönelik yapmıştım. Nihayet ağustos gelmişti ve yerleştirme sonuçlarımız az sonra açıklanacaktı. Elleri kalbinde bekleyen, heyecandan kimlik numarasını bile sonuç öğrenme sayfasına yazamayan bir kız çocuğuydum. Kazanmıştım istediğim bölümü. Öğretmenlik benim okyanusumdu ve ben inşa ettiğim küçük sandalımla karşı kıyıya geçecek, öğretmen olacaktım.
Üniversite boyunca girdiğim derslerde yüksek puanlarla sınıf geçen o öğrencilerden olmadım hiç. Ama “Ben bu konuyu çocuklarıma anlatıyor olsam nasıl bir yol izlerim?”i düşündüm hep. Örneğin içinde ekfiili anlatabilmek için Karacaoğlan’dan bir dörtlük yazacaktım tahtaya. Ya da hayallerinin peşinden koşmanın ne demek olduğunu anlatmayacak, Küçük Kara Balık’ı hediye edecektim yavrularıma. Yiğitlik, mertlik dedim mi, Yaşar Kemal’den bir paragraf okuyuverecektim. Aşka mı geldi sıra? Sabahattin Ali bunun için vardı mesela. Sıfatlar mı konu? “sarı saçlı, mavi gözlü gazi” kadar umut verici bir örnek daha olamazdı benim için. Hatta cümle türleri ile ilgili bir şarkı besteleyebilir, severek öğretebilirdim bu konuyu da. Evet evet… O halde bir de gitar çalmayı ilerletmeliydim.
Derken mezun oldum ve başladım sınavlara girmeye. ÖSS, finaller, vizeler, bitirme sınavları, KPSS, yetmiş üç yeni sınavla daha sınanacaktık. Hâlâ devam ediyorum girmeye.
Şu an bulunduğum konuma hayretle bakıyorum. Ben ki şimdi “Zamirleri daha güzel anlatmak için nasıl bir materyal tasarlamalıyım?” diye düşünen bir öğretmen olmalıydım fakat oturmuşum dördüncü girişimde de atanamazsam ne yaparım diye düşünmekten panik atak krizlerimin geçmesini bekliyor, antidepresanlarımı almam gereken saatleri sayıyorum. Benden yalnızca 1 soru fazla doğru yanıtladığı için atanan, yıllardır çalışan arkadaşlarımın gittikleri Karadeniz turlarını, birbirlerini ziyaretlerini, düğünlerinin ve bebeklerinin fotoğraflarını küçücük penceremden “beğen”mekten başka yapabildiğim bir şey yok. Onlar için yıl 12 ay ama benim için ÖABT’nin[1] bittiği tarihle, yeniden sınava çalışmaya başlayacağım tarih arasında kaç ay varsa o kadar işte…
Zaten sürekli çalışmam gerektiğinden, evden pek çıkmıyorum da; çıktığımda da komşularla, akrabalarla karşılaşmaktan olabildiğince kaçıyor, kimseye neden bu sene de “atanamadığımı” anlatmak ve onların bana acıyan bakışlarına, yalancı telkinlerine tahammül etmek istemiyorum.
Bunca yıl hayal ettiği ve uğrunda çabaladığı hiçbir şey gerçekleşmeyen insanlar bilir sadece, bir yerden sonra “umut, hayal, neşe” kelimeleri silinir sözlüğünüzden. Hiçbir ortama, sınava bu duygularla giremezsiniz. Gözleriniz bomboş bakar tavanlara. İnsanlar size “Ne donuk kız, pek gülmüyor.” der içinden belki. Bilmezler çünkü kalbinizdeki derin oyuğu; âşık olduğunuz adamla bir hayat kuramadığınız için, birey olamadığınız, “Kızım öğretmen oldu.” dedirtemediğiniz için yaşam sevincinizi kaybettiğinizi.
Yıllar önce apartmanınızdan taşınan dokuz yaşındaki küçük kız, yeniden o bahçeye oynamak için geldiğinde bile “KPSS’ye çalışan bir abla” olarak hatırlar sizi. Bir gün size bakan biri “cami önünde yem bekleyen güvercinlere” benzetebilir sizi.
Hiçbir özel eğitim kurumu “tecrübesiz(!!!)” olduğunuz için yüzünüze bakmaz. Siz “Öğretmenim.” diyemez, ücretli öğretmen olarak bile çalışamazken, İİBF[2] mezunu arkadaşınız ücretli öğretmenlik yaptığı için “Öğretmenlik çok güzel bir şey, keşke sen de yapabilsen” diyebilir yüzünüze pişkin pişkin.
“35” yıldır öğretmen olan komşunuz “Ee bu yıl biraz çalış da atan artık!” deme cesareti bulabilir kendinde.
Okulundaki Türkçe öğretmeninin yazdırdığı yanlış bilgiyi düzeltseniz bile, siz “gerçek öğretmen” olmadığınız için inanmayabilir sözgelimi, kardeşiniz size. Bu yüzden 24 Kasımlarımız da buruk geçer bizim.
Günler geçer, dünya daralır. Gözünüzün tek gördüğü, çalışma masanızın önündeki pencerenin size gösterdikleri kadardır. Kar yağar, siz pencereden izlersiniz. Yağmur yağar, tek yapabileceğiniz pencereyi kapatmaktır. Güneş açar, biraz daha ışık hevesiyle perdeyi az daha açarsınız ancak. Rüzgârı hissedemezsiniz mesela. Soğuk mu, sıcak mı, hava nemli mi, kömür kokusu boğucu mu? Bilemezsiniz. İşinize de yaramaz zaten. Çünkü siz sadece izleyicisinizdir, yaşayıcı değil. Hayat akıp gider, insanlar tatile gider, güler, ağlar, sınav kâğıdı okur, karne dağıtır, üstüne başına giyecek bir şeyler alır, yemek yapar, kuaföre gitmek için bir sebebi vardır, arkadaşıyla buluşup sinemaya gider… Sinema filmleri ise sizin için sadece güncel bilgiler kısmında sorulabilecek potansiyel bir sorudur. Siz buğulu pencerenizin ardından izlersiniz hayatı. Yaşamak! Gerçekten bu mu yaşamak?
Artık mutsuz bir insanım ve kaç yaşında olursa olsun mutsuz bir insan gördüğümde hemen tanırım ben. Aynı benim gibi yarımdır tebessümü. Donuk bakar gözleri. Umutsuz dökülür sözleri. Benim de hayallerim vardı hepiniz gibi. Şimdi o masum hayallerim birer birer kanıyor. Kanıyor benim hayallerim! Ben hiçbir zaman içten, dolu dolu gülemiyorum. Kahkaha atamıyorum. Evlenme hayallerimi bile kendi kendime baltalıyorum. “Abdülhamit hangi kanunu çıkarmıştı?” diye düşünmekten, hangi aşk romanını okusam diye bile düşünemiyorum. Ben bir Türkçe öğretmeniyim ama artık kitaplardan nefret ediyorum. Yıllar önce ilk fırsatta bir şeyler okumak için can atan ben, şimdi ilk fırsatta gözlerimi kitaplardan uzak tutup dinlendirmek istiyorum.
Yıllarca ders çalışmaktan bozulan gözlerimdeki gözlüğü bir an önce çıkarmak istiyorum.
Kardeşime hiç iyi bir örnek olamıyorum bir de. Mutsuz, ümitsiz, çalışıp çalışıp hiçbir şey elde edemeyen bir abla ne kadar iyi örnek olabilir ki kardeşine? Hareketli müziklerde sizler gibi eğlenmiyorum ben. Yüreğimdeki, hayalleri olan o kıpır kıpır kıza bir şeyler oldu. Yıllar geçti, ben büyüdüm. Ama sanki o kızı okyanusun ortasında ufak bir deliği olan sandalda unutmuşum gibi. Sandal yavaş yavaş su alıyor ve benim yapabileceğim hiçbir şey yok. Tek yapmak istediğim uyumak, uyumak ve unutmak. Eğer bir gün gerçekten öğretmen olacaksam, o güne kadar uyumak ve şu boş günleri hızlı hızlı geçip gitmek. Psikolojisi çok iyiye gitmeyen, özgüvenini yitirmiş kötü bir örnek olmak istemiyorum çocuklarıma. Onlara umut aşılayan bir öğretmen olmak istiyorum. Olamıyorum.
Ama yine de dilenmiyorum. Ben ataması yapılmayan 450 bin meslektaşım gibi yalnızca hakkım olanı, âşık olduğum işimi yapabilmek istiyorum. Evet, umudum yok ama o günleri görmeden de ölmek istemiyorum.
Umutlarımızı çaldılar bizden! Hepimizden! Gelecek güzel günlerimize bombalar yağdırdılar!
Ne diyelim…
Umarım ihtiyacı olan birine gidiyordur, bizden çaldıkları umut…
[1] Öğretmenlik Alan Bilgisi Testi
[2] İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
