Emek Tarihi üzerine çalışma yapan, Yazarımız Erol Çatma Günden, tarihe gönderme yaparak bir değerlendirme yazısı kaleme aldı.

Son yerel yönetim seçimlerinden oy kaybıyla çıkan Başkan Tayyip Bey bu durumu “irtifa kaybı”olarak kabullenmiştir.  Bu oy kaybının birinci nedeni, Liberal Ekonominin özü olan; Tali ve kar getiren şeylere önem verilip, devlet ve halk için elzem olan şeylerin üretilmesinin engellenmesidir. Bu nedenle de, devlete ait bütün fabrika ve tesislerinin “Babalar gibi satılıp”, babalar gibi yenilmesi, yutulması ekonominin ve sermayenin AKP’li talan guruplarının denetimine geçmesidir.

Bu soygun ve talan, halkı yeterli beslenememe, borçlanma, sefalet ve açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Bu sorun sadece aylıkları düşük olan emekliler sorunu değil, top yekün halkın sorunudur. Bu talan sürdükce, üretime dayalı ve sair iş yerlerinde ki işçileri de aynı tehlike beklemektedir. Daha örgütlü ve organize olma becerisi olan işçi sınıfının oturduğu “minderin yanma tehlikesi” de kendini göstermektedir. Minder yanarsa talan, isyan ve genel greve neden olur. Başkan Tayyip Bey bunu iyi biliyor. Saraydaki dalkavuklar ise durumu; “Halk ilk defa kendi devletini kuruyor” , “Muhafazakar demokratik bir halk devrimi gerçekleşiyor” şeklinde yansıtarak, şarlatanlık yaptıkları gibi, halkı “parmak sallayarak” tehdit ederek “Gestapoculuk” soytarılığıda yapıyorlar.  

Bütün bu çürümenin nedenlerinden bir diğeri ise; Beştepe’ye saray yapıldıkdan sonra, Tayyip Bey’in kayıtsız şartsız yetkilerle diktatörlükle yönetilen devlet yapısını oluşturup kafa yapısının etkisiyle de kendine dinsel bir misyon yükleyip, Cumhuriyetin olmazsa olmazı olan “Sosyal bir hukuk devleti” yok sayılmış, kurumlar ve kurallar sürekli olarak değiştirilerek sistemin kontrol yapılarında boşluklar meydana getirilmesidir. Dolayısıyla politik karar alma sürecinde şeriatcı aktörler bu boşluklardan yararlanmayı bilmişlerdir. Bu fırsatları artırmak ve pekiştirmek için; Yürütme, Yasama ve Yargı denilen kuvvetler ayrımının ortadan kalkması ve bütün kuvvetlerin Başkan Tayyip Bey’in tekelinde toplanıp, kayıtsız şartsız kullanılması da en büyük tehlikenin başka bir boyutudur.

Ülkemizde bu ilkelerin yerine yerleşecek olan şey ise; “Dinci ve Irkçı bir Şeriatçılık” veya tek kelimeyle, “Tayyiphan” cılık gibi söylemlerle ifade edilen “Amerikancı Bir Sömürge Devleti” olacaktır. Çünkü ülkemizin başına gelen şey; ülkemizin iç ve dış kaynaklarının talan edilip, içinin boşaltılarak çökme raddesine getirilmesidir.

Olay sadece çalmak veya hırsızlıkla ifade edilemeyecek kadar küçük bir olay değildir. Bu, büyük bir “Uluslar Ötesi Sermaye” tuzağıdır. Uluslar Ötesi Sermayenin vatanı, ırkı, dini ve dili yoktur. Bu nedenle bizde de bunları uygulayanların ve bunların ortaklarının da vatanı, dini ve ırkı yoktur. Bunlar bir hainler güruhudur.

Bunun suçlusu sadece Tayyip Bey değildir. Suç hepimizindir. Bunun nedeniyse; korkak davranıp mücadele etmememizdir. Oysa korkunun ecele ve ülkeye faydası yoktur.

Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’da dönem dönem böylesi bunalımlar yaşamıştır. O nedenle geçmişten konumuzla ilgili bazı şeyleri hatırlatmakta fayda vardır.

Bunlarda en önemli bir örnek Koçi Bey Risalesidir. Koçi Bey XVII. asırda yaşamıştır. Koçi Bey’in anlatmaya çalıştığı konu; “İmparatorluğun ve otoritenin bozulmasıydı.

Koçi Bey’e göre; Dünyanın her yerinde olduğu gibi, her şeyi iki dudağın arasında olan hükümdarın etrafında dâima, dalkavuklar, fırsatçılardan örülmüş bir çenber teşekkül eder. Bunlar, şahsî menfaatleri uğruna baştaki otoriteyi, yanlış yollara sevketmekten mahzur görmezler. Bu zümre, hükümdar etrafındaki çemberini daralttıkça hükümdar, halktan ve milletinden, dürüst ve yurtsever devlet adamlarından uzaklaşır.

Koçi Bey’in dediği gibi bu devirlerde devlet memurlarının zulümlerinden Anadolu’daki köylüler, tarlalarını, ev ve barklarını, terketmek zorunda kalmışlardır. Bu suretle köyler, hemen hemen boşalmıştır.

Yeniçeri teşkilâtı, çeşitli sebeplerle bozulmuş, silahını artık düşmana karşı değil, para ve iktidar hırsını tatmin için hükümdarına, devletine, milletine karşı yöneltmiştir. İstanbul, yeniçeri zorbalarının elinde inlemektedir. Esnaf perişan, Devlet acz içindedir. Acz içinde olan hükümdarlık makamı zaman zaman yeniçeri zorbalarının, saray ağalarının, meydan ağalarının oyuncağı hükmündedir[1].

Tarhuncu Ahmet Paşa’da Devlet maliyesi alanında topladığı objektif istatistik verilere dayanarak ıslahat yapmaya girişen ilk Osmanlı Devleti reformcusudur.

Avcı Mehmet saltanatında 20 Haziran 1652-21 Mart 1653 tarihinde hazine açığını kapatmak, paranın değerindeki istikrarsızlığı ortadan kaldırmak, gümrük gelirlerini artırmak, saray ve tersane harcamalarını azaltmak ve yolsuzluğu önlemek için çalışmış olması ona tarihi bir önem atfediyor.

Bazı tarihciler Tahruncu Ahmet Paşa’nın ekonomiyi düzeltmek için yaptığı ilk işin saraydaki bütün altın ve gümüşleri eriterek, altın, gümüş ve bakır karışımı yeni akçalar döktürerek paranın değer kazanmasını sağlamıştır. Avanta musluklarının kapatıldığını görerek öfkelenenler, Tarhuncu’nun Padişah’ı devirme çabaları içinde olduğu söylentilerini yaydılar. Tahruncu Ahmet Paşa’nın önce sadaret mührü elinden alındı, sonra da cellâtlara teslim edildi. Tarhuncu Ahmet Paşa’nın bugünkü muadili Sayıştay’dır. Sayıştay demokratik bir rejimin olmaz ise olmazıdır.

İlk bütçeyi yapan sadrazamı boğduran bir ülke olarak şimdi de, Meclis adına Türk halkının vergilerinin nereye ve nasıl harcandığını denetleyen Sayıştay’ı boğmakla meşgul bir siyasal iktidara sahibiz.

Diğer bir ibretlik konu ise Mustafa Fazıl Paşa’nın Abdülaziz’e yazdığı mektuptur.

Mustafa Fazıl Paşa, 16 yaşında İstanbul’a gelmiş Babıâli’ye girmiş 28 yaşında vezir olmuştur. Türkiye’den ayrılarak Avrupa’da yapılan hürriyet kavgalarına karışmıştır. Abdülaziz’e yazdığı mektubunun henüz ilk cümlesinden başlayarak konuya girer. Mektupta: “Padişahların sarayına en güç giren şey doğruluktur[2].”şeklinde oldukça cüretkâr bir hükmü barındıran ilk cümleden sonra da; Yönetici kesimin dalkavukluk yaparak Padişah’ı aldattığını, ülkenin içinde bulunduğu uyku halinin sebebinin de bu olduğunu ifade eder.

Mustafa Fazıl Paşa’nın mektubunda: Ülkenin geleceği için en büyük tehlike olarak Osmanlı milletinin içinde her geçen gün yayılıp derinleşen ahlâkî yozlaşmayı gösterir. Mustafa Fazıl Paşa’ya göre; ahlâkî yozlaşmanın temel nedeni memurların kötü davranışlarıdır. Bu memurlar, istedikleri gibi yolsuzluk yapmakta, ülkede ulusal bir kamuoyu olmadığı için yaptıkları, merkezî yönetimin denetiminden uzak kalmaktadır. O nedenle Fazıl Paşa, Osmanlıyı zalimler ve mazlumlar olarak ikiye ayırır. Zalimler, Padişah’ın sonsuz gücünden yararlanarak türlü kötülüklere girişmeye cüret ederler ve tebanın diğer kısmına zulmedenlerdir. Bunlar halka âsi ve edepsiz muamelesi ederek şikayet dilekcesi bile vermeleri yasaklanmaktadır.

Mustafa Fazıl Paşa’nın mektubunda ele aldığı bir diğer mesele eğitimdir. Halkın eğitilmesi, okutulması gerekmektedir. Ancak tek çözüm yolu bu değildir. Özgür bir toplum olmadıkça başta eğitim olmak üzere her hamle boşa gider. Halkın özgürlüğü güçlü hukukî bir altyapıyla güvence altına alınmalıdır.

Günümüzde ise ancak dinci, yobaz ve şeriat yanlılarının eğitimi güvence altındadır.  Çünkü saray tarafından desteklenmektedirler.

Mustafa Fazıl Paşa’nın gündeme getirdiği can alıcı mesele ülkenin ekonomik durumudur. Paşa bu konuya “fakr” sözü ile giriş yapar.

Görevini kötüye kullanan yerel yöneticilerin aşağılayıcı davranışları yüzünden ürettiği şeyden yararlanamayacağını düşünen halk çalışmaktan, üretmekten uzaklaşmaktadır.

Paşa’ya göre din insanların ruhuna hükmeder ve ona âhiretin nimetlerini vadeder. Dolayısıyla “milletlerin hukukunu tahdid ve tayin eden din ve mezhep değildir” onun nezdinde. Eğer din dünya işlerine karışırsa herkesi bitirir ama kendisi de ölür, bu konuda yürütülecek politikanın Hristiyanı Müslümanı olmaz, diyen Paşa’nın meseleye bütünüyle seküler[3] bir anlayışla yaklaştığı dikkati çeker.

Günümüzde ise; Ekonomik nedenlerle gelen bunalımlar ruhsal çöküntü yaratarak bunun neden olduğu şuursuzluk ile dinci veya şeriatcı bir devlet yapısının kurtarıcı gibi yansıtılmaya çalışılmasıyla, Tayyip Bey “Ben Allahın ve kuranın emirlerini yapıyorum” demeğe başlamıştır. Şeriatin ise “Din” anlamını taşıdığını söyleyerek Şeriat’in gerici bir İslam hukuku olduğunu inkar etmiştir. Bu şekilde ki ifadesi Anayasa, Cumhuriyet, Sosyal Hukuk ve demokrasi düşmanlığının yansımasıdır. Bu konuşmalar “akıl dışı bir davranış” olarak yorumlansada dikkat edilmesi gereken bir konudur. Bunun için her şeye muktedir olduğunu düşündüyse de, karanlık ve yobaz olan bu düşüncesini biraz daha ertelemek ve bu yolda yaptığını zannettiği ilerlemeyi dondurmak niyetinde olduğu görülmektedir. Yani seçimden sonra bir manevra yapma peşindedir. Tabii ki irtifa kaybı ile yer küreye nasıl çarpar bilinmez. Çünkü  Tayyip Bey’in bu gerici duruşu karşıtlarını da uyarmışa benziyor. Bu oy kaybının nedeni sadece emekliye yaptığı zulüm değildir.

Bütün bu gelişmelerden yola çıkarak şu soruyu sorabiliriz. Ülke nereye gidiyor? Ülke; İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet Devrimlerinin hiç bir zamanında böylesi bir belirsizlik yaşamamıştır. Önceki zamanlarda gerici ve yobazlar şeriat için bir kaç defa baş kaldırmışlar ve başkaldırılar devlet tarafından bastırılmış, ezilmiştir. Oysa şimdi daha başka bir seyirle gidiyorlar, şimdi Şeriat istemini meşrulaştırmaya çalışan kişi devletin tek hakimidir. Devletin başı, bu haleti ruhiye içindeyken anayasa değişimi istemlerine uyacak mısınız? Yoksa meseleyi tümden halledip kuvvetler ayrımına ve sosyal hukuk devletine geri dönüp diktatörlüğe son verebilecek misiniz?  


[1] Koçi Bey Risalesi. Zuhuri Danışman. Türk Kültürü. Kaynak Eserleri Dizisi.

[2] Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi. Bugünkü Türkçeye Uygulayan: Şemsettin Kutlu. Birinci Cilt. Kaynak Yayınları. İstanbul. Sayfa: 21-22.

[3] Sekülerleşme: Özellikle modern sanayi toplumlarında dinsel inançların, pratiklerin ve kurumların toplumsal önemlerini yitirdikleri bir süreçtir.