Kore’de bir avuç kan verdik ama büyük devletler arasına da girdik!
Samet Ağaoğlu
Güngör Şenkal
gusenkal@gmail.com

II. Dünya Savaşı, dünyadaki iktisadi-siyasi dengelerin yeniden biçimlenmesiyle sonuçlanmıştır. Sovyetler Birliği kendi etki alanını, yeni oluşan ve Doğu Bloku olarak adlandırılan ülkelerle güçlendirirken; ABD de Doğu Bloku dışında kalan ülkeleri tanımlamak için kendi uydurduğu ʹhür dünyaʹnın koruyucu-kollayıcısı rolünü üslenmiştir.
Sovyetler Birliği’nin yayılma eğilimini durdurmak için gündeme getirilen ve dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman tarafından 12 Mart 1947’de duyurulan ve onun adıyla anılan Truman Doktrini ile onun tamamlayıcısı niteliğindeki, dönemin ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın hazırladığı (5 Haziran 1947) ekonomik yardım planı çerçevesinde yapılan yardımların asıl amacı, ABD’nin Orta ve Yakındoğu’da yeni dönem çıkarlarının garanti altına alınmasıdır. Buna göre; Türkiye, Yunanistan ve İran gibi ülkeler ekonomik ve askeri yönden desteklenmelidir. Türkiye Marshall Planı’nı 8 Ekim 1948’de imzalamıştır. Ayrıca, Türkiye – ABD Yardımlaşma Antlaşması çerçevesinde bir araya gelen Dışişleri Bakanı Hasan Saka ile Edwin C. Wilson, Türkiye’ye yapılacak yardımı imzalamıştır (12 Temmuz 1947). Bu ise ABD ile yapılan ilk askeri antlaşmadır.
Sovyet düşüncesinin yayılmasından korkan ABD, önce Batı Avrupa ülkelerinin, ardından da Orta Doğu’nun emperyalist-kapitalist sistem açısından güvenliğini sağlamak (Sovyetler Birliği etkisine girmesini engellemek) için gündeme getirdiği Truman ve Marshall planlarından, özellikle de Prag Darbesi’nden (Şubat 1948) sonra, bir savunma ittifakı olarak imzalanan Belçika Antlaşması’nı (17 Mart 1948), bu Antlaşmanın imzacılarıyla yapılan pazarlıklar sonucu genişleterek, 12 üye devletle Kuzey Atlantik Paktı’nı oluşturmuştur (Washington, 4 Nisan 1949).
Türkiye NATO üyeliğine ilk olarak 11 Mayıs 1950’de CHP Hükümeti aracılığıyla başvurmuş ancak olumlu yanıt alamamıştır. Bu sırada Kore’de savaş başlamış (26 Haziran 1950), 22 Mayıs 1950’de Adnan Menderes’in Başbakanlığında kabinesini kuran Demokrat Parti (DP) Hükümeti, Birleşmiş Milletler’in Kore’ye asker gönderme çağrısını fırsata çevirmek için 25 Temmuz 1950’de asker gönderme kararı almıştır. Muhalefetin görmezden gelindiği bu kararla, ABD’nin yanında Kore savaşına katılmak üzere asker gönderilmiştir. Savaşta ölen askerlerin sayısının (yaralanma sonucu daha sonra ölenlerle kayıplar da dahil) 900 olduğu bilgisi verilmektedir.

İşte ʹKoreliʹlerin öyküsü de, Mevlut Kırnapçı’nın ʹKoralıʹ romanı da burada başlamıştır. (Koralı, Koreli’nin yerel söylenişidir.) Kore’ye savaşa gönderilenlerin döndükten sonra adları tek bir ad’a, ʹKoreliʹye dönüşmüştür.
Romanın giriş bölümünü oluşturan Kore Savaşı’na yolculuk, Korucu Haşim’in, muhtarın gönderdiği askerlik çağrısı (celp) kâğıdını Eyüp’e vermesiyle başlıyor. Buna göre; Devrek askerlik şubesine başvurması gereken Eyüp, 27 Ekim 1950 tarihinde Bandırma 50. Piyade Alay Komutanlığı’na sevk edilecektir. Kore savaşının başlaması ve Meclis’te Kore’ye asker gönderme kararı alınınca, Eyüp’ün alayından 50 asker istenir. 1951 yılının Ocak ayı ortalarında Bandırma’dan yola çıkan ve aralarında Eyüp’ün Zonguldak Çaycuma’dan arkadaşı Abdullah’ın da bulunduğu askerler önce Bornova’ya, oradan da İskenderun’a gönderilir.
16 Ocak 1951 günü trenle İskenderun limanına varan askerler, aynı gün Kore’ye gönderilmek üzere bir Amerikan gemisine bindirilir. Yirmi dokuz gün süren deniz yolculuğundan sonra askerler, Kore’nin Busan kentine ulaşır. Ölüm yolculuğu burada bitmez: Askerler kamyonlarla Suwon’a taşınır. Burada konuşlanan Kore Türk Süvari Birliği’ne katılırlar. Birliklerinde, Çaycuma çevresinden Halit, Cemal ve yazarın adını anmadığı birkaç asker daha bulunmaktadır.
Kısa bir zaman sonra askerler, kendilerini savaşın ortasında, hatta cephenin ön saflarında bulur. Artık, zamanları ölümle yaşam arasındaki ince çizginin üzerindedir. Bu bir savaştır! Yani şakaya gelir yanı olmayan bir gerçeklik: Mermiden kurtulursun mayın vardır, bombadan kurtulursun soğuk vardır. Ama her zaman, yaşamı geriletmiş sessiz bir ölüm vardır.
Bir nöbet sırasında donma tehlikesi geçiren Halit’i, yine soğuk olarak gelen ölümün kıskacındaki Cemal kurtarır. Tıpkı daha sonra Eyüp’ün yaralanan arkadaşı Abdullah’ı, kendi canını düşünmeden ateş hattından çıkararak kurtardığı gibi.
Ekim 1952’de Kore’den dönen kafilenin içindedir bu dört asker. Geldikleri kentlere geri dönerler, ama kendilerine ömür boyu eşlik edecek savaş travmalarını da birlikte getirmişlerdir. Bunu Eyüp’ün eşine söylediği şu sözlerde açıkça görebilmekteyiz: ʹTepeler aldık. Bilmediğimiz ve ne işe yarar anlamadığımız tepelerdi hepsi! Neyi kurtardık, neyi fethettik, Koralılar kimdi, Çinliler kim? Ne bilirdik biz öyle şeyleri? Okuma yazması bile olmayan benim, bu yaşına dek düşman nedir bilmeyen benim oralarda düşmanım varmış! Düşmanlığı öğrettiler bize Kezbanʹ.
Kore savaşından ölmeden çıkmayı başarmışlardır başarmasına, ancak geçim savaşı önlerinde durmaktadır. Buna uygun en yakın alan, kömür madeni ocaklarıdır. Ve yaşamla ölümün bitmeyen dansı ocaklarda da devam edecektir: ʹKora dağları bizim gençliğimizin öz suyunu içti oğul! Ağlamayı, gülmeyi, korkmayı, yaşamayı unutturdu. Ölümle dalaşırken bile yanımızdakiyle şakalaşmak neyin nesidir bilir misin? Ben bu şakalaşmayı grizu ve göçükle boğuştuğumuz kömür damarlarından bilirim. Demek ki o da bir savaş! Her ikisinde de beklenmedik bir ölüm var! Her ikisinde de yazgıya boyun eğmek var! İnsanı insan eden ölüm karşısında dik durması değil; ölümü alaya alabilmesidir! Aşağılamasıdır. Biz o cephede de kömür damarlarının arasında da ölümü alaya aldık oğul!ʹ
Roman buradan sonra Eyüp ve ailesine odaklanır. Eyüp köye dönmüştür. Bir yanda hasta annesi diğer yanda kendi savaş travmaları. Eyüp’ün Koreli arkadaşıyla görüşmesi ve köy hayatının tasviri, olayların seyrini Kore’den günlük yaşantıya kaydırır.
Daha sonra Eyüp, çalışmak/yaşamak için Almanya’da bulunan ve daha önce eşinin de yanlarına gittiği çocuklarının ziyaretine, Almanya yolculuğuna çıkar. Bu yolculuk karayolundan ve Almanya’da yaşayan yeğeninin arabasıyla yapılmaktadır. Yazar burada güzergâh üzerindeki hemen hemen bütün büyük şehirlerin tasvirini yapar.
Koralı Eyüp Almanya’da, bir Profesör olan ve Türkçe de bilen Koreli Lee ile tanıştırılır. Kore savaşı üzerine sohbetler edilir. Savaş günleri yeniden canlanır Eyüp’ün kafasında. Ve o günlerle hesaplaşmaya tutuşur. Lee’ye hitaben; ʹBir de barış dedin. Bu sözü çok beğendim. Siz Kuzey Kore, Güney Kore diye bölünüp de savaşmasaydınız ne Amerika düzenbazı gelip bulaşırdı, ne de bizi kulağımızdan tutup cepheye sürebilirlerdi. Anladığım o ki barış gibisi yok!ʹ, der.
Eyüp, Almanya’dan döndükten sonra daha fazla yalnızlaşır. Burada Eyüp’ün çocukları, gelinleri ve torunlarıyla ilişkileri anlatılır; çocukluk aşkıyla olan dostane yalınlığı okura yansıtılır. Roman, Eyüp’ün düşme sonucu iç organlarında oluşan ezilmeye bağlı nedenlerle yaşama veda etmesiyle son bulur.
Romanda olay örgüsü, Koralı lakabıyla anılan Eyüp’ün etrafında geliştirilmiştir. Kore savaşı romanda oldukça az yer kaplamasına karşın, Eyüp’te bıraktığı travma nedeniyle bütün romana dağılmış durumdadır. Başka bir söyleyişle, Eyüp’ün savaşta görüp yaşadıkları onun peşini ölünceye kadar bırakmamıştır.
Bu yönüyle bakıldığında, Kore savaşı karşıtlığı üzerinden kurgulanmış savaş karşıtı bir roman gibi durmaktadır. Bu daha giriş bölümünde, Eyüp’ün Kore günlerinin anlatımına başlamadan önce, Koralı Mehmet’le başlayıp Koralı Halit’in dilinden sürmektedir. Burada Halit, ʹBarıştan iyisi var mı oğul! Savaş hiç iyi bir şey olur mu?ʹ der. Ardından söze giren Koralı Eyüp’ün, ʹİnsanlar neden savaşırlar ki?ʹ sözleriyle, romanın savaş temasına yaklaşımı girişte belirginleşmiş olur. Eyüp’ün konuşmasının devamındaki sözleri ise Kore savaşına katılanların ortak düşüncesi gibidir: ʹBizim köy neresi, Kore dağları neresi? Sahi bizim ne alıp veremediğimizi vardı ki buralardayız? Kime neyi sorsak da neyi anlatsak? Sus! Emre itaat et! Öl, öldür! Savaş budur oğul!ʹ
Romam içerisinde farklı zamanlarda ve farklı kişilerin ağzından verilen şu cümleler de savaşı sorgular niteliktedir: ʹBiz hangi suçun bedelini ödemeye gidiyoruzʹ, ʹDüşman kim, dost kim? Yanımızdaki Amerikalılar dost, karşımızdaki Çinliler düşman mı? Hele bu ölüp öldürdüğümüz Koreliler? Ya onlar? Adamların kendi memleketinde kendi kardeşleriyle sorunu var, biz kardeşçe barışmalarını sağlamak dururken birinin yanında saf tutup diğer kardeşine kurşun çalıyoruz. Biz burada yabancıyız Cemal!ʹ.
Romanda, daha çok yerelde/ağızlarda kullanılan sözcüklere de kısmen yer verilmiştir. Bunlardan bazıları: Gövem dikeni yama, felyos tokmağı, kembere, demir küskü, herkil, kömüş, bambal, doga, sübek, samut, kötelek, tıyrantı…
Atasözleri ve deyimlerden yararlanma ölçülü bir düzeydedir. ʹNuh deyip peygamber dememek, yolcu yolunda gerekmek, mırın kırın etmek, açıkta uyuyanın üzerine kar yağması, yüz geri etmek, süt dökmüş kediye dönmek’ ve benzerlerinden yararlanılmıştır.
ʹKahrolsun fabrika dumanı bu memlekette kiraz mı bıraktı?ʹ ve ʹYahu, şimdi bu keklikler bizim oralarda olsa çoktan avcıların çantasını boylamıştı!ʹ sözleriyle, birkaç yerde de olsa çevre sorunları üzerine gözlemler romana dahil edilmiştir.
Yazar, Eyüp’ün Almanya’da bulunduğu süre içinde, onun yaşadığı bölge (Türkiye) ile ziyarette bulunduğu Ruhr bölgesi (Almanya) arasında, yine onun gözünden kıyaslamalar yapar. Bu kıyaslamalarda Almanya’da gördüklerini; çevre düzenlemeleri, geçim olanakları, doğal yaşama saygı ve sosyal ilişkiler gibi konularda, Türkiye ile karşılaştırır. Anılan iki bölge de maden bölgesidir, dolayısıyla maden bölgeleri de kıyaslanmış olur.
Sol/sosyalist değerler diyaloglar aracılığıyla romana sindirilmiştir. Su değirmeninin kolektif kullanımından, ʹBuranın fabrikatörüyle Türkiye’deki farklı değil! Hepsi biz çalışanların sırtına binmiş durumda!ʹ sözlerine kadar bunu görmek olasıdır.
Özetle; Kore’ye gönderilenler toplumun en yoksul kesimlerinin çocuklarıdır. Bunların insan kimlikleri asker kimliklerinden önce gelmektedir. Umut ve umutsuzluk, sevinç ve hüzünleriyle… Ve onlar günlük yaşamlarında karıncayı bile incitmezken, savaşın insanlıktan çıkartıcı özelliğinin kurbanı edilmişlerdir.
Gazete için yaptığımız değerlendirmenin kısalığı yanıltıcı olmasın; günlük konuşma sadeliğindeki, tadındaki Koralı romanı daha edebi bir değerlendirmeyi fazlasıyla hak ediyor.
(*)Mevlüt Kırnapçı, Koralı, Zonguldak Kültür ve Eğitim Vakfı Yayınları, 2021